Yeşil

Karabataklar

Osman Esad
4 min readNov 13, 2024

--

Yeşil bir ışık. Deniz feneri gibi ama değil.

Hava kararmak üzere.

Karanlığın içinde kaybolan karabataklar, vapur iskeleye yanaşırken yeşil ışığın etrafına pinemiş ve ışığın yanıp sönmesiyle bir görünüp bir kayboluyorlar.

Onlar karabatak değil mi?

Biraz ötede ufak bir deniz feneri. Onun ışığı sarı, zayıf ve yalnız. Etrafında birşey yok. Zaten amacıda bu değil mi? Ona yakşalanları kendinden uzaklaştırmak, sarı ve zayıf ışığyla. Gelmeyin bu tarafa bu köşeden uzak durun, buradayım ama yalnız.

Vapurun gücü ve sesi değişiyor. Dalgaları kırıyor. Denizi durduruyor sanki. Düz ve derin bir görüntüye dönüşüyor. Ufak titreşimler var denizin üstünde. Vapur iskeleye yaklaştıkça, homurduyor ara ara. Deniz sadece rüzgarın esintisinde titreşiyor. Sonra birden motor yeniden çalışıyor. Tersine girdaplar oluyor.

Derinlik ne kadar acaba? Şimdi atlasam ne olur?

İnmek için içeri giriyorum. Her vapur yolculuğunda denk gelir değil mi ilk defa binen birileri. Sohbetlerinden, üzerlerindeki yüklerden ya da telaşlarından anlaşılır. Vapur iskeleye yaklaştıkça inmek için can atanlar ve sanki bir sonraki tur için yerinden hiç kalkmayanlar. Sanki yıllardır oradalar. Yılların verdiği umursamaz tecrübelerini yüzlerinde görürsün. Göz uçlarıyla inenleri, ayaktakileri süzerler sonra olmayan sohbetlerine dönerler. Ta ki kalabalık hareketlenip kapıların açıldğını anlayana denk.

Bir yığılma yaşanır. İnsanlar bir birlerine yanaşır. Saflar sıklaşır. Ne geldi aklıma biliyor musun?

Hiç cuma namazı çıkışına denk geldin mi? Kapıya doğru bir yığılma da orada olur. Cemaat alelacele farzını kıldığı namazı bitirmenin güven verici hissiyle içerideki vitrinlerden ellerine aldıkları ayakkabıları önce önlerinde sonra sıkışmaya başlayınca kafalarının üstüne yükseltir. Bir an önce çıkmak ve bir birlerine temas etmemek için mücadele ederek bir uğultu eşliğinde çıkışa yönelirler . Kapı ağzında da eğilip doğrulurlar. Denge bulmaya çalışırlar ayakkabılarını giyerken. Arkalarından gelen sabırsız bir kalabalık. Tam doğrulup gidecekken “- Camimize bir yardım, bir sadaka Alllaaahh rız… ”.

Nerede kalmıştık? Evet sıraya girersin. Gözler senin üsütünde kapıya yönelirsin. Kapı açılır. Adımlarını dikkatli atarsın. Sanki dengeyi kaybedip o kalabalıkta denize düşecekmişsin gibi. İlerlersin.

Kalabalık, bir yere yetişmek üzere bir hızlarınır bir yavaşlar. Aralarından bir o yana bir bu yana kıvrılırsın. Acelen yoktur ama o insanların aceleleri olursun. Yol verirsin ya da geçersin yanlarından hızlıca.

Hava serin, soğuk. Akıllarda eve gidip sıcak bir çay içmek, bara gidip günün kafasını dağıtmak ya da benim gibi yazmak için bir kafeye oturp sıcak bir kahve içmek var.

İçmek için mi yoksa başka nedenlerden mi bilinmez, kalabalığın içinde başka bir yeşil ışığı yakalamak üzere bu sefer bizler bekledik. Önce kırmızının etrafında toplandık. Sonra yeşil ışık.

Kayboluyoruz yeşil ışığın altında karabataklar gibi.

Bir şeyler içmek için karşıya geçenler ve denizin girdabında kaybolmak üzere tersine gidenler. Bir birimize çarpmadan, boşluklar ve mesafaler yaratarak. Yolun karşısından yine karşısına geçmek için yol alıyorum.

Umarım hayalini kurduğum terasta yer vardır. Kalabalığın içinde pek çok insan ve esnaf gözüme takılıyor. Bir fırının dışarı atılmış masasında, önünde çayı ve plastik bir tabakta bir dilim tatlı yemeye çalışan, ağzında dişleri olmadığı yiyişinden belli olan çok yaşlı bir kadın.

Az kaldı yaklaşıyorum. En son hatırladığım yerde olmalı.

İşte orada karşımda. Göz ucuyla terastaki yerimi kesiyorum. Alt kattaki ucuz kahveci ve telefoncunun arasında kalan dar merdivenlerden yukarı çıkmak için elinde boş çay bardaklarını taşıyan çaycıya sırtımı vererek dar koridoru geçiyorum. İşte kahvecim. Kahvecim? Bir tebessüm. Ne zaman gelmiştin? ilk kiminle gelmiştin buraya? Geçti yine köprünün altından çok sular.

Kahvemi sipariş veriyorum. İçtiğimde kahve olduğunu anlamak istemediğim bir varyasyon. Önlerinde bir kaç siparişleri var çalışanların. Beklerim diyorum, önemli değil. Gözümle kestiğim terasta boş yer var. Yerimi alıyorum. Fotoğraf makinamı masaya bırakıp cebimden not defterimi ve kulaklığımı da çıkartıp masaya kuruluyorum. Ufak bir meydanı gördüğüm bu terası seviyorum. Düşünüyorsunuz. İnsanları izlemek, hareketlerini izlemek. Düşünmek, akıllarından geçeni, gittikleri yeri düşünmek.

Kalabalık ne azalıyor ne de artıyor. Kulaklığımı takıyorum. Bir kaç gündür tekrar tekrar dinlediğim o şarkıyı açıyorum. Beni ritme ve moda sokuyor. Hissediyorum. Düşüncelerim kaleme ve kağıda akmaya başlıyor. Yazıyorum. Yanımdakilere aldırmadan. Yüzüme çarpan sigara dumanları ve rüzgara rağmen, umursamadan yazıyorum.

Kaç sayfa oldu bilmiyorum. Kaçıncı tekrarda şarkı takip etmiyorum. Kahvem gelmiş, sağımda. Yazmaya devam ediyorum. Ara ara durup, aromasının beni alıp götürdüğü kahvemden içip kalabalığı izliyorum. Yoldan geçenler şimdi bizi kesiyor göz ucuyla. Terasa doğru kaçamak bakışlar. Sonra yollarına devam.

Kulağımdaki şarkı terastaki seslere, önümden geçen, aşağıdaki kalabalığa direniyor ama yazmaya devam ediyorum. Soğudukça tadı değişen kahvemden son yudumları alıyorum. Kafamda, bir yerde yaşadığım bu anlatı varken bir yandan da tersine döneceğim ışıklar ve yol var.

Ne için çıkmıştım ki bu yola? Nerede başlamıştık? Bir vapur hikayesi yazmak? Deniz havası almak ? Eski anıları hatırlamak belkide? Yolda yeni bir şeyler ğrenmek? Ya da kafa dağıtmak? Bilmiyorum, bilemiyorum. Peki dönüş?

İçmek. Kafamı dağtmak için içmek. Tersine. Kendi mahalleme dönmek. Bara gidip bir bira, bir viski belkide. Kopuyorum. Düşüncelerim dağılıyor. Yanımdakiler dikkatimi çekmeye başlıyor. Dışardan gelen müzik sesi baskın çıkıyor. Ayrılma vakti.

Son yudum. Biraz daha izle, masanı toparla ve uzaklaş.

Yeniden denize doğru, girdaplarda kaybolmak, vapurun açıklığında soğuk havayı hissetmek, iç çekmek ve düşüncelere dalmak üzere uzaklaşıyorum.

Esenlikle kalın.

--

--

No responses yet